Yaklaşık 14 yıldır ufak çapta da olsa blog yazan biriyim. Bazen kişisel bazen sıradan yazılar yazarken bazen de araştırarak yazdığım yazılar oldu. Bu araştırmaları yaparken bir yazı için belki de onlarca blog yazısı, araştırma yazısı ve makaleler okudum. Ama elime bir kitap alıp bitirmenin hazzını yaşayamadım. Bunu ne kadar merak etsem de uzun zamandır bir kitabı baştan sona bitiremedim. Ya ilgimi çekmedi ya da sürekli aynı şeyi yapmaktan sıkıldım. Bazen de yanımda kitap olmadığı için okumak istemedim. Bu gibi sebeplerden dolayı kitap okuma alışkanlığımı geliştirmek adına kendime Google Kitaplar uygulamasından “Az sayfalı kitaplar” rafı oluşturdum. Böylece hem istediğim kitabı rafa koyup tablet ve telefondan ulaşabiliyorum hem de istediğim zaman elime alıp okuyabiliyorum. Sayfaları az olan kitapları seçtim, çünkü; eğer beğenmeyip bırakacak olursam bu hissi yaşayana kadar kitap bitmiş olsun istedim. Bu raftan seçtiğim ilk kitap sıkça övülen, her yerde anlatılan ve genelde listelerde ilk sıralarda olan Küçük Prens oldu.
Fransız yazar Antoine de Saint-Exupéry bu hikayeyi New York’ta bir otel odasında yazmış. Yazarken çizimlerini de yapmış. Hikayenin oluşmasında yazarın hayatı, yaşadığı dönem ve 1900 ile 1944 yılları arasında yaşanan savaş atmosferi önemli bir etken olmuş. Kitap yazarın sürgün yeri New York’ta yayımlanmış olsa da kitabın, yazarın ölümünden sonra Fransa’da yayımlanması da kitabı popüler yapan başka bir etken olduğunu düşünüyorum.
Hikayenin ana iskeletini oluşturan olay örgüsü muhtemelen yazarın, karşılaştığında büyük şoka uğradığı tiplerden oluşuyor. Yazar bu tipleri küçük gezegenlere sığdırarak ana fikre yoğunlaşmayı başarabilmiş. Böylesine basit ve odaklı bir anlatımdan dolayı hikaye çocukların anlayabileceği düzeye erişmiş. Verdiği derin mesajlar ile de hikayenin bir yönü yetişkinlere hitap ediyor.
Gerçekten bir pilot olan yazar 1935’te yaptığı bir hız denemesi sonucu Sahra Çölü’nün ortasına düşmüş. Hikaye de bu şekilde başlıyor. Yazar burada büyük dünyanın büyük dertleriyle tanışan Küçük Prens ile karşılaşıyor. Küçük Prens yorgun düşmüş küçük bünyesine aldırış etmeden yazara hayat hikayesini anlatmaya başlıyor.
Volkanlarla dolu kendi gezegeninde yalnız bıraktığı çiçeğinden anlatmaya başlayarak dolaştığı tüm gezegenleri ve orada karşılaştığı insanları anlatıyor. Bütün bunları anlatırken okuyucu her gezegende kendinden bir şeyler buluyor. Ya tanıdığı bir insandan ya da dahil olduğu bir mekandan anılar canlanıyor kafasında…
Küçük Prens’in volkanlarla dolu gezegeninde yer alan, istekleri ve korunma arzusu olan çiçeğinin yazarın volkanlarla çevrili El Salvador’da yaşayan ruh ikizini resmetmesi oldukça ilgi çekici. Küçük Prens’in sürekli sorular sorması ve bazı soruları cevapsız bırakması okuyucunun kafasında da soru işaretleri bırakıyor.
Yazarın ise bu kitabı bir çocuk kitabı olarak mı yoksa yetişkinlere yönelik bir kitap olarak mı yazdığı hâlâ cevap bulamamış gibi. Bana kalırsa; yazar kendi içindeki çocuğa Küçük Prens olarak hayat vermiş ve yaşadığı dönemin bir eleştirisi olarak bu kitabı yazmış.
Okumaya başladığımda aşırı felsefik ve hayal gücü barındıran bu kitabı biraz sıkıcı bulmuştum. Ancak bitirdiğimde ve arka planını öğrendiğimde gerçekten okuduğum hikayenin gayet ilgi çekici ve şık bir hal aldığını söyleyebilirim.
Cevapla
Yorumları Gör