Az sayfalı kitaplar serimde bu sefer dünyaya Albert Camus adlı yazarın gözünden baktım.
Yavaş yavaş okuduğum kitapların sayfa sayılarını artırırken bir yandan da hoşuma giden hikaye türlerini ve yazarları öğrenmeye başladım. Bu iyi bir şey çünkü; izleyeceğim filmleri seçerken genelde oyuncu kadrosundan önce senariste ve yönetmene bakıyorum. Bu tercih sıralamasının tersini yapmak bazen yitip giden iki saatime neden oluyor. Kitap kanadında bu durumu “Bilinmeyen Adanın Öyküsü” adlı hikayede yaşadım. Pek beğenmedim; pek de heyecan uyandırmadı. Herhalde daha da bu hikayenin yazarından başka bir eser okumam. O yüzden bu hikaye ile ilgili de bir yazı yazmak gelmedi içimden.
“Yabancı” bittikten sonra araştırdığımda gördüm ki: Eser, edebiyat dünyasında derin izler bırakmış, insanın varoluşsal yalnızlığını ve anlamsızlığını ele alan önemli bir yapıtmış. Camus’un bu eserinin, hem edebi değeri hem de felsefi derinliğiyle dikkat çektiği söyleniyor. Önsözünden anladığım kadarıyla yazar dünya görüşünü bu hikayede oldukça fazla açığa vurmuş.
Yabancı, Fransız Cezayirli bir adam olan Meursault’un gözünden anlatılan bir hikaye. Meursault’un annesinin ölümüne duyarsız ve tepkisiz kalması ile birlikte hikaye seriliyor da seriliyor. Başta bu olayın baş karakterimizi değiştirdiğini düşünmüştüm ama sanıyorum ki en başından beri böyleymiş. Belki siz okuyunca farklı anlarsınız. Okuduğum bazı incelemelerde yazarın asıl vurgusunun Meursault’un toplumun kabul ettiği duygusal normlara uymaması ve sıradışı tavırlar sergilemesi olduğunu okudum. Sanıyorum öyle. Önsözde de yazarın felsefik görüşünü bu hikaye ile anlatmak istediğinden bahsediliyor. Bu durumda her şey baştan tasarlanıp hikayeleştirilmiş gibi görünüyor. Yani bu hikaye, şu sınavlarda denk geldiğimiz hikaye yazılırken baş karakterin yazarı ele geçirip hikayeye yön verdiği eserlerden değil.
Hikayeyi genel olarak baş karakter Meursault’un duygusal soğukluğu kaplamış. Bu soğukluk da onun “yabancı” biri olarak algılanmasına neden olur. Hikayeyi okurken kitabın adı aklımda kalmış olacak ki sürekli kimin Meursault’u yabancı olarak damgalayacağını merak ettim. Etrafındaki karakterler gayet sıradan görünse de bence karakterimizi yabancı olarak etiketleyen kendisinden başkası değil. O, çevresindeki dünyaya karşı duyarsız ve yaşamı boyunca içsel bir boşlukla mücadele ediyor. Roman boyunca, Meursault’un iç dünyasına ve düşüncelerine derinlemesine bir bakış atıyoruz. Sürekli içine içine konuşuyor; sürekli kendince çıkarımlarda bulunup az konuşmayı tercih ediyor.
“Yabancı”, okuyucuyu insanın varoluşsal gerçekliğiyle yüzleşmeye ve yaşamın anlamsızlığını kabul etmeye davet etse de beni pek içine çekemedi. Tıpkı renksiz cansız bir avrupa filmi gibi. Bir o kadar donuk, bir o kadar da dram yüklü.
Cevapla
Yorumları Gör