Art arda okuduğum Poe’nun kitaplarından sonra Stefan Zweig’den bir eser okumak oldukça ferahlatıcı geldi.
Kitapta iki ayrı hikaye var. İkisinde de yazar, uzun betimlemelerle okuyucuyu sıkmak yerine daha farklı şekilde psikolojik gerilime sürüklemek istemiş. İlk hikayede yazar karşılaştığı birinden başından geçen ufak bir hikayeyi dinliyor. Anlatan kişi yalnız başına kalmış bir kızın duygularıyla oynadığını fazlasıyla pişkin şekilde anlatıyor. Üstelik bunu kızla hiç göz göze gelmeden yapabilme yetisini de kazanmış. Yazar ise bütün bu olanları oldukça sakin bir şekilde olayın edebiyatına bağlı kalarak sadece merak ettiği alanla ilgili sorular sorarak dinlemekle yetiniyor. Hikayenin okuyucuyu şaşırtacak derecede acımasız ve bir o kadar da gerilim dolu bir yapısı var.
Aynı kitaptaki ikinci hikayede ise sıradan bir Paris gününde vakti bol olan yazar bir kafeye oturup gözüne bir adam kestiriyor. Bütün bir hikaye boyunca bu adamı gözleyip duruyor. Öylesine gözlüyor ki adeta o karakterin içine girip yaşıyor. Bütün bu derinlemesine psikolojik ve psikososyal betimleme yazar açısından oldukça tatlı bir sonuçla son bulsa da aynı şey benim için geçerli sayılmayabilir sanırım.
Cevapla
Yorumları Gör